Ben dinledim sessizliği
Yokluğun ardında ki huzurla gelen.
Kabul ettim her
ne varsa .
Ülkeler gördüm
Gülen insanlar
Bazen dilenciydi
Bazen
zengin
Tezat eşitliğe boyun eğmiş,
Aynı masumiyetle bakan küçük
cocuklar.
Çok düşünmek çok şey katmaz
Bazen salıvermeli
ipleri
Sadece inandığın her ne varsa
Önüne katıp yürüyüp gitmeli.
7 Eylül 2012 Cuma
24 Haziran 2012 Pazar
Bana bir şey öğrettin
Hiç sormadın
Bilmek istermiyim diye.
Sen zaten farkına varmadan bana bir şey öğrettin.
Aşk bazen saplanıp kalmakmış,
Bıçak gibi delsede bedeni,
Çekip atamamak.
Hiç sormadın,
Zaten geçip gittin limanimdan.
Acı ama gercek,
Bana bir şey öğrettin.
Ayrılık ölüm kadar çaresizmiş.
Alışmakmış geriye kalan.
İnancı kandıran sozlermiş,
Bir üflemeyle havaya karışan...
Sen zaten farkına varmadan bana bir şey öğrettin.
Aşk bazen saplanıp kalmakmış,
Bıçak gibi delsede bedeni,
Çekip atamamak.
Hiç sormadın,
Zaten geçip gittin limanimdan.
Acı ama gercek,
Bana bir şey öğrettin.
Ayrılık ölüm kadar çaresizmiş.
Alışmakmış geriye kalan.
İnancı kandıran sozlermiş,
Bir üflemeyle havaya karışan...
12 Haziran 2012 Salı
Bir alıntı
Tanrım beni yavaşlat !
Aklımı sakinleştir, kalbimi dinlendir. Günün karmaşası içinde, bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver. Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka. Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret.Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim. Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır. Ve hepsinden önemlisi: Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için ‘cesaret’, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için ‘sabır’, ikisi arasındaki farkı bilmek için ‘akıl’ ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak ‘dostlar’ ver.
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Bilge ve Savaşçı "kabul etmek"
Sadece kabullen dedi Bilge. Sancılı iç sıkıntılarının nedeni bu. Baskalarının aciyarak söyleyemediklerini bir çırpıda itiraf et kendine. Her kelime jilet gibi kanatarak ruhunu düşse de yere, sen bağıra çağıra söyle. . Bin kere aldatmaktansa kendini , bir kere acimasizca dök her şeyi. Ve sonra lütfen kabullen. Sözlerin doğru olsun ya da olmasın. İster inan istersen inanma. Ama kabullen. Kabul etmek direnmemektir. Vazgeçmek ve özgürlesmek. Kabul edince bırakırsın seni zorlayan her neyse. Sıkı sıkıya tuttuğun iplerin aslında seni nasil da bağladığını anlarsın. İpler senin elinde değildir, sen iplerin elindesin.
Kabullenmek yenilmek değildir. Bir kere o cesareti gösterince , zafer tepesine adım atarsın ve oradan izlersin verdigin savaşın yıkıntılarını. İcinde buyuttugun korkuların artik ölüm sessizliğiyle yatmaktadır vadide.
Kabullenmek bazen bırakıp gitmek, bazen de gözyaşları ile sarilmaktir . Direndiğin senin zayıf yönün, yetim bıraktığın ikizindir. Artık elinden tutma vaktidir. Saril senden olan her seye. Kabullen kendini ve şefkat göster . Tuttuğun nefesini artık bırak sakince.
2 Nisan 2012 Pazartesi
Erken karar verme hastalığı "Lao Tzu'ya ait"
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler... İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu.Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşuoldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğinihenüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halindegelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir orduile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler,ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleriaskere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırıkama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler,belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."
*** Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez.Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
*** Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar.Oysa gezi asla sona ermez.Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
19 Mart 2012 Pazartesi
Büyük sözler ...
Büyük sözler söylemek, kendince büyük ağırlığıyla gelip omzuna konar. Yeterince güçlü isen taşırsın elbet o yükü. Zaman geçer, sen unutursun.Sadece bir yorgunluk sezersin, bir agrı vardır sırtında. Neden oldugunu anlamazsın ilk basta. Bilmezsin ki ağzından çıkan o büyük sözler, bir daha asla ile başlayan cümleler hiç kaybolmamışlar. Onlar hep orada. Tüm haşmeti ile yapışmışlar birer asalak gibi. Hem gücünü emen, hem de ağırlığı ile seni ezen. Bir an gelir sıkılırsın artık taşımaktan. Öyle kolayca silkinerek te kurtulamazsın. En güzeli barışmaktır. Egonun keskin tarafının hayat verdiğini, bilge yanınla uğurlamak gerek. Hayat denen labirentte, bir sonraki köşeden ne çıkacağını bilmeden kendine meydan okumamak gerek.
12 Mart 2012 Pazartesi
Ben'e tavsiye....
Hayat ne kadar acımasız aslında . Attığın hiç bir adımın geri dönüşü yok. Zaman hep arkamızdan ileriye itekliyor bizi. Ne kadar dirensek te bu böyle. Ama bazen keşke diyorum geriye dönebilsem. 15 yaşımdaki gençliğimin karşısına dikilip tek bir şey söylerdim. Herkesi kendin gibi sanma !... Yine kafamın dikine gideceğimden eminim aslında. Yine kandırırım kendimi, bahaneler bulurum mantığıma ve kalbim ne söylerse ona inanırım. Yine acı çekerim. Yine hayal kırıklığı yaşarım. Fakat belki bir gün, çoktan o adımları atmış Ben'in söyledikleri aklıma gelir. Bir nokta da durur ve yolumu değiştiririm...
5 Mart 2012 Pazartesi
Eckhart Tolle'den . Modern zamanın üstadı....
AYDINLANMA NEDİR?
Bir dilenci otuz yıldır bir yol kenarında oturmaktadır. Bir gün onun önünden bir yabancı geçer. Dilenci eski şapkasını mekanik bir biçimde ona uzatarak, "Allah rızası için bir sadaka," der. "Benim sana verecek hiçbir şeyim yok," der yabancı. Sonra, "Sen neyin üzerinde oturuyorsun?" diye sorar. "Hiçbir şey," diye yanıtlar dilenci. "Sadece eski bir sandık. Kendimi bildim bileli onun üzerinde oturuyorum." "Onun içine hiç bakmadın mı?" diye sorar yabancı. "Hayır," der dilenci. "Niye bakayım ki, onun içinde hiçbir şey yok." "Sen yine de bir bak," diye ısrar eder yabancı. Dilenci yerinden kalkar ve biraz uğraştıktan sonra sandığın kapağını açmayı başarır. Ve o, şaşkınlık ve sevinç içinde sandığın altınla dolu olduğunu görür.
Ben size verecek bir şeyi olmayan ve size içinize bakmanızı söyleyen o yabancıyım. Bu meselde olduğu gibi herhangi bir sandığın içine değil, çok daha yakın bir yere, kendi içinize bakmanızı söyleyen biri…
"Ama ben dilenci değilim ki," dediğinizi işitir gibiyim.
Gerçek serveti, yani Var'lığın ışık saçan sevincini ve ona eşlik eden derin, sarsılmaz huzuru bulamamış olanlar, büyük bir maddi servete sahip olsalar dahi, dilencidirler. Onlar haz ve doyum kırıntılarını, onaylanmayı, güvenliği ya da sevgiyi dışarıda aramaktadırlar, oysa onların içinde sadece bu şeyleri içeren değil, dünyanın sunabileceğinden sonsuz derecede daha büyük bir hazine vardır.
Aydınlanma sözcüğü insan üstü bir başarı fikrini çağrıştırır ve ego bunu böyle tutmayı sever; oysa aydınlanma sizin Var'lık ile bir'liği hissetmenizden, bu doğal halinizden başka bir şey değildir. O, ölçülemez ve yok edilemez bir şeyle, aslında siz olan, ama yine de sizden çok daha büyük bir şeyle birlik halidir. O ismin ve formun ötesinde bulunan gerçek doğanızı bulmaktır. Bu birliği hissedememe, kendinizden ve çevrenizdeki dünyadan ayrı olduğunuz illüzyonuna yol açar. O zaman siz kendinizi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tecrit olmuş bir parça olarak algılarsınız. Bu durumda korkuya kapılırsınız ve içinizde ve dışınızda yaşadığınız çatışma normal haliniz haline gelir.
Ben Buda'nın aydınlanmayı basitçe "ıstırabın sonu" olarak tanımlayışını severim. Bunda insan-üstü bir şey yoktur, öyle değil mi? Kuşkusuz, bu eksik bir tanımlamadır. O bize sadece aydınlanmanın ne olmadığını söyler; yani ıstıraplı bir hal olmadığını. Ama artık ıstırap yoksa geriye ne kalmıştır? Buda bu konuda sessiz kalmıştır ve onun sessizliği bunu bizim bulmak zorunda olduğumuzu ima eder. Buda, olumsuz bir tanımlama kullanmıştır ki zihin onu inanacak bir şey haline, ya da insan-üstü bir başarı haline, erişmemizin olanaksız olduğu bir hedef haline getiremesin. Onun bu basiretli yaklaşımına karşın, Budistler'in çoğu hala aydınlanmanın Buda için olduğuna, -en azından bu yaşamda- kendileri için olmadığına inanır
Bir dilenci otuz yıldır bir yol kenarında oturmaktadır. Bir gün onun önünden bir yabancı geçer. Dilenci eski şapkasını mekanik bir biçimde ona uzatarak, "Allah rızası için bir sadaka," der. "Benim sana verecek hiçbir şeyim yok," der yabancı. Sonra, "Sen neyin üzerinde oturuyorsun?" diye sorar. "Hiçbir şey," diye yanıtlar dilenci. "Sadece eski bir sandık. Kendimi bildim bileli onun üzerinde oturuyorum." "Onun içine hiç bakmadın mı?" diye sorar yabancı. "Hayır," der dilenci. "Niye bakayım ki, onun içinde hiçbir şey yok." "Sen yine de bir bak," diye ısrar eder yabancı. Dilenci yerinden kalkar ve biraz uğraştıktan sonra sandığın kapağını açmayı başarır. Ve o, şaşkınlık ve sevinç içinde sandığın altınla dolu olduğunu görür.
Ben size verecek bir şeyi olmayan ve size içinize bakmanızı söyleyen o yabancıyım. Bu meselde olduğu gibi herhangi bir sandığın içine değil, çok daha yakın bir yere, kendi içinize bakmanızı söyleyen biri…
"Ama ben dilenci değilim ki," dediğinizi işitir gibiyim.
Gerçek serveti, yani Var'lığın ışık saçan sevincini ve ona eşlik eden derin, sarsılmaz huzuru bulamamış olanlar, büyük bir maddi servete sahip olsalar dahi, dilencidirler. Onlar haz ve doyum kırıntılarını, onaylanmayı, güvenliği ya da sevgiyi dışarıda aramaktadırlar, oysa onların içinde sadece bu şeyleri içeren değil, dünyanın sunabileceğinden sonsuz derecede daha büyük bir hazine vardır.
Aydınlanma sözcüğü insan üstü bir başarı fikrini çağrıştırır ve ego bunu böyle tutmayı sever; oysa aydınlanma sizin Var'lık ile bir'liği hissetmenizden, bu doğal halinizden başka bir şey değildir. O, ölçülemez ve yok edilemez bir şeyle, aslında siz olan, ama yine de sizden çok daha büyük bir şeyle birlik halidir. O ismin ve formun ötesinde bulunan gerçek doğanızı bulmaktır. Bu birliği hissedememe, kendinizden ve çevrenizdeki dünyadan ayrı olduğunuz illüzyonuna yol açar. O zaman siz kendinizi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, tecrit olmuş bir parça olarak algılarsınız. Bu durumda korkuya kapılırsınız ve içinizde ve dışınızda yaşadığınız çatışma normal haliniz haline gelir.
Ben Buda'nın aydınlanmayı basitçe "ıstırabın sonu" olarak tanımlayışını severim. Bunda insan-üstü bir şey yoktur, öyle değil mi? Kuşkusuz, bu eksik bir tanımlamadır. O bize sadece aydınlanmanın ne olmadığını söyler; yani ıstıraplı bir hal olmadığını. Ama artık ıstırap yoksa geriye ne kalmıştır? Buda bu konuda sessiz kalmıştır ve onun sessizliği bunu bizim bulmak zorunda olduğumuzu ima eder. Buda, olumsuz bir tanımlama kullanmıştır ki zihin onu inanacak bir şey haline, ya da insan-üstü bir başarı haline, erişmemizin olanaksız olduğu bir hedef haline getiremesin. Onun bu basiretli yaklaşımına karşın, Budistler'in çoğu hala aydınlanmanın Buda için olduğuna, -en azından bu yaşamda- kendileri için olmadığına inanır
3 Mart 2012 Cumartesi
Sevgili dediğin..
http://www.youtube.com/watch?v=fyOn099CEEo&feature=related
Sevgili dediğin sihirli bir aynadır. Kendini dünyanın en mükemmel varlığı gibi gördüğün. Egonu okşar, baktığın zaman en ışıltılı halini gösterir sana. Aslında hayran kaldığın yine kendinsin. Ne kadar bencilce de olsa bu böyledir. "Sen sandığım şey belki benim yüreğimdi" der bir şarkıda. Güzel olan kendini sevebilmektir. O aynadaki yansımanı görebilmek. Kendi duygularına aşık olur insan, yoksa karşındaki zaten mükemmel değildir.
Sevgili dediğin sihirli bir aynadır. Kendini dünyanın en mükemmel varlığı gibi gördüğün. Egonu okşar, baktığın zaman en ışıltılı halini gösterir sana. Aslında hayran kaldığın yine kendinsin. Ne kadar bencilce de olsa bu böyledir. "Sen sandığım şey belki benim yüreğimdi" der bir şarkıda. Güzel olan kendini sevebilmektir. O aynadaki yansımanı görebilmek. Kendi duygularına aşık olur insan, yoksa karşındaki zaten mükemmel değildir.
1 Mart 2012 Perşembe
28 Şubat 2012 Salı
Yetenekli insanlar...
Müzik: Amy Winehouse
http://www.youtube.com/watch?v=OiY2sdQ-6qw&feature=related
Uzun zamandır aklıma gelen bir konudur. Geçenlerde sohbet ettiğim yaş ortalaması elli olan bir grup insan da aynı konuyu açınca aramızda keyifli bir diyalog oluştu. Gerçi konu pek hoş değil ama benim yaptığım yorumlar onları şaşırtınca benim açımdan keyifliydi :) Konu tüm dünyada milyonlarca kişinin hayran olduğu, para, pul, şan şöhretin hayatlarından eksik olmadığı yetenekli sanatçıların neden hep uyuşturucudan veya intihardan öldüğüydü. Şöyle bir düşününce Elvis dahil, Kurt Cobain, Michael Hutchence, Michael Jackson, Amy Winehouse ve en son Whitney Houston "ki daha bir çoğu var" hep bu hayatın ağırlığına dayanamamış ve bu dünyayı sanki olması gerekenden çok önce terk etmişler. Hepsinin ortak yönü çok yetenekli ve topluma aykırı olmaları. Aynı zamanda biraz az biraz fazla tüm dünyada milyonlarca kişinin kalplerine dokunabilmeleri.
Yetenekli insanlar her zaman özeldir benim için. Onlar sanki bu dünyaya ait değillerdir. İlham aldıkları yer neresi ise, oradan bir süreliğine kopup gelmişlerdir. O yüzden yukarısı ile bağları cok güçlüyken Dünya ile bağları incedir. Yapıları gereği hassastırlar. Çabuk inanıp, kolayca hayallere kapılırlar. Sanki bir başka boyuttan bakarlar . Oysa ki yaşadığımız hayat onların bulunduğu şeffaflıkta ve duygu yükünde değildir. Onlar ruhlarına yakın ne bulurlarsa teselli niyetine sarıp sarmalasa da kendilerine, beklentileri her zaman yerini bulmaz. Gittikçe yabancılaşırken hayatlarına, etraflarında sadece sahte maskelerle onları alkışlayanlar kalır. Bazıları “sadece şanslı olanları” eş ruhlarını bulur, elinden tutup düştükleri yerden kaldıracak. Ama geri kalanı gittikçe yabancısı oldukları bu dünyada özledikleri vatanlarını ararken yollarını kaybederler. Bir taraftan fark etmeden eserleri ile toplumun şuurunu yükseltirken diğer taraftan yaşadıkları hayal kırıklıkları ile sürekli yıkılırlar. Bir zaman sonra görevlerini tamamlayıp ayrılırlar bu eski dünyadan. Biz ise kendimizce biraz acıyarak biraz iç çekerek yaslarını tutar ve sonra kendi rutin yaşantımıza geri döneriz. Bize neler kattıklarının farkına varmadan nankörlük edip, ukalaca eleştiririz. ..
http://www.youtube.com/watch?v=OiY2sdQ-6qw&feature=related
Uzun zamandır aklıma gelen bir konudur. Geçenlerde sohbet ettiğim yaş ortalaması elli olan bir grup insan da aynı konuyu açınca aramızda keyifli bir diyalog oluştu. Gerçi konu pek hoş değil ama benim yaptığım yorumlar onları şaşırtınca benim açımdan keyifliydi :) Konu tüm dünyada milyonlarca kişinin hayran olduğu, para, pul, şan şöhretin hayatlarından eksik olmadığı yetenekli sanatçıların neden hep uyuşturucudan veya intihardan öldüğüydü. Şöyle bir düşününce Elvis dahil, Kurt Cobain, Michael Hutchence, Michael Jackson, Amy Winehouse ve en son Whitney Houston "ki daha bir çoğu var" hep bu hayatın ağırlığına dayanamamış ve bu dünyayı sanki olması gerekenden çok önce terk etmişler. Hepsinin ortak yönü çok yetenekli ve topluma aykırı olmaları. Aynı zamanda biraz az biraz fazla tüm dünyada milyonlarca kişinin kalplerine dokunabilmeleri.
Yetenekli insanlar her zaman özeldir benim için. Onlar sanki bu dünyaya ait değillerdir. İlham aldıkları yer neresi ise, oradan bir süreliğine kopup gelmişlerdir. O yüzden yukarısı ile bağları cok güçlüyken Dünya ile bağları incedir. Yapıları gereği hassastırlar. Çabuk inanıp, kolayca hayallere kapılırlar. Sanki bir başka boyuttan bakarlar . Oysa ki yaşadığımız hayat onların bulunduğu şeffaflıkta ve duygu yükünde değildir. Onlar ruhlarına yakın ne bulurlarsa teselli niyetine sarıp sarmalasa da kendilerine, beklentileri her zaman yerini bulmaz. Gittikçe yabancılaşırken hayatlarına, etraflarında sadece sahte maskelerle onları alkışlayanlar kalır. Bazıları “sadece şanslı olanları” eş ruhlarını bulur, elinden tutup düştükleri yerden kaldıracak. Ama geri kalanı gittikçe yabancısı oldukları bu dünyada özledikleri vatanlarını ararken yollarını kaybederler. Bir taraftan fark etmeden eserleri ile toplumun şuurunu yükseltirken diğer taraftan yaşadıkları hayal kırıklıkları ile sürekli yıkılırlar. Bir zaman sonra görevlerini tamamlayıp ayrılırlar bu eski dünyadan. Biz ise kendimizce biraz acıyarak biraz iç çekerek yaslarını tutar ve sonra kendi rutin yaşantımıza geri döneriz. Bize neler kattıklarının farkına varmadan nankörlük edip, ukalaca eleştiririz. ..
26 Şubat 2012 Pazar
Düşünceler duyulabilse..
Şu hayatta saçma, kaba, adaletsiz görünen her şeyin bir sebebi var. Kabul! Fakat gün geliyor hayal edemeden duramıyorum. Ya her kesin düşünceleri, sözleri gibi duyulabilseydi ne olurdu ? Bir kere yalan tarihe karışırdı. Herkes yeni doğmuş bir bebek gibi günahsız olurdu dürüstlük konusunda. Kimse düşündüğünden farklı davranamaz, denese bile üstünden su gibi akıp gidecek kimliklere sığınamazdı. Belki küslükler ve kavgalar bile azalırdı. Çünkü hayal kırıklığı ve yersiz beklentiler uzun süreli barınamazdı ilişkilerde. Her şey anında yaşanır, gerçek neyse ortaya dökülür, herkes hesaplaşır ve yoluna devam ederdi.
Ama sanırım en çok "Aşk" konusu çok eğlenceli hale gelirdi. İçin tir tir titrerken mesafeli durmak mümkün olmazdı ve ya şaka kılıfına sokulmuş iltifatların ardında her ne niyet varsa ortaya çıkardı. Aşkın bittiği halde bunu karşıdakine itiraf edememek derdi de kalmazdı. Böylece ilişkiyi sürdürmek adına iyilik yaptığını sandığın ama esasında vaktini çaldığın sevgiline bir özür borcuna gerek kalmazdı. Her ilişki sürmesi gerektiği kadar sürer, biteceği yerde kopar,tekrar başlayacaksa da karşıdakini ikna çabasına gerek kalmadan başlardı. Aşk taktiklerine gerek kalmazdı. "Acaba dürüst davranıp tüm sevgimi göstersem mi ? Yoksa biraz geri durup onun gelmesini beklesem mi?" saçmalıkları akla bile gelmezdi. İlk görüşte aşk nasıl da değerli olurdu !!! Evet kabul ediyorum. Belki evlilikler uzun süreli olmazdı. Ama yıllarca sürenler de eşiz bir mücevher gibi kabul görürdü.
Şimdi gerçeklere dönersek. Maalesef kimse kimsenin ne düşündüğünü bilmiyor. Herkesin gizli kalmış bir yüzü ve takındığı bir maskesi var. Ne sevgini tam anlamıyla gösterebiliyorsun ne de nefretini. Bazen sevdiğini takdir etmek, aşkını dile getirmek bile zayıflık sanılıyor. Hayatı hep dayatılmış kurallarla yaşamak gerekiyor.
En başta söylediğim gibi şu düzenin bir nedeni var. Kabul! Ama insan yine de nasıl olurdu diye merak ediyor...
En başta söylediğim gibi şu düzenin bir nedeni var. Kabul! Ama insan yine de nasıl olurdu diye merak ediyor...
25 Şubat 2012 Cumartesi
Bilge ve Savaşçı diyalogları..... Pişmanlık...
Müzik: Somewhere over the rainbow http://fizy.com/#s/16kmhs
Bilge sorar;
--- Şu yaşama dair pişmanlıkların var mı?
Savaşçı yanıtlar ;
---Ehh.. Bir kaç tane...
B: --Neler diye sormayacağım. Çünkü önemsiz...
S: --Risk alarak yaşayınca pişmanlıklar gölge gibi takip eder zaten. Güzel günlerde, güneş en tepedeyken küçülürler. Ama hava kararmaya yakın, upuzun bir kuyruk gibi beni takip ederler.
B: --Bazen aşılmaz bazense kum tanesi gibi görünen her şeyin gerçekliğini sorgula. Esas olan zaten değişmez.Tüm canlılığı ile ya hep oradadır. Ya da hiç var olmamıştır. Olaylarsa, iyisiyle kötüsüyle gelir yaşamına. Bazen arzu ettiklerin ruhunu doyursa da dikenlidir. Yüreğine batar, canını acıtır. Pişmanlık yine de güzeldir. Kendine göre yanlış yaptığını fark etmenin belgesidir. Bu da bir şeyleri öğrendiğini gösterir. Öğrenmektir bizim bu garip dünyada bulunma sebebimiz. Öğrenmektir seni evrimleştiren, güçlü kılan. İnsanların öğrenebilmesi için Tanrı bir motivasyon aracı yaratmış. Adına da "Mutluluk" demiş. Tarihin en başından bu zamana, insanlar mutlu olmak için uğraşmışlar. Bazen yollarını kaybetseler de, mutluluk için para yaratılmış, deneyler yapılmış, savaşlar çıkmış. Çoğu zaman birilerinin mutluluğu diğerlerine yaramamış.Ama herkes bıkmadan usanmadan mutluluğu farklı yollardan aramış. Ararken de sevmiş, nefret etmiş, aşık olmuş,küsmüş, barışmış, kazanmış, kaybetmiş. Ama en önemlisi hep bir şeyler öğrenmiş....
Bilge sorar;
--- Şu yaşama dair pişmanlıkların var mı?
Savaşçı yanıtlar ;
---Ehh.. Bir kaç tane...
B: --Neler diye sormayacağım. Çünkü önemsiz...
S: --Risk alarak yaşayınca pişmanlıklar gölge gibi takip eder zaten. Güzel günlerde, güneş en tepedeyken küçülürler. Ama hava kararmaya yakın, upuzun bir kuyruk gibi beni takip ederler.
B: --Bazen aşılmaz bazense kum tanesi gibi görünen her şeyin gerçekliğini sorgula. Esas olan zaten değişmez.Tüm canlılığı ile ya hep oradadır. Ya da hiç var olmamıştır. Olaylarsa, iyisiyle kötüsüyle gelir yaşamına. Bazen arzu ettiklerin ruhunu doyursa da dikenlidir. Yüreğine batar, canını acıtır. Pişmanlık yine de güzeldir. Kendine göre yanlış yaptığını fark etmenin belgesidir. Bu da bir şeyleri öğrendiğini gösterir. Öğrenmektir bizim bu garip dünyada bulunma sebebimiz. Öğrenmektir seni evrimleştiren, güçlü kılan. İnsanların öğrenebilmesi için Tanrı bir motivasyon aracı yaratmış. Adına da "Mutluluk" demiş. Tarihin en başından bu zamana, insanlar mutlu olmak için uğraşmışlar. Bazen yollarını kaybetseler de, mutluluk için para yaratılmış, deneyler yapılmış, savaşlar çıkmış. Çoğu zaman birilerinin mutluluğu diğerlerine yaramamış.Ama herkes bıkmadan usanmadan mutluluğu farklı yollardan aramış. Ararken de sevmiş, nefret etmiş, aşık olmuş,küsmüş, barışmış, kazanmış, kaybetmiş. Ama en önemlisi hep bir şeyler öğrenmiş....
23 Şubat 2012 Perşembe
Zaz - Je Veux
Havalar soğuk olsa da güneş geri geldi ve içimi ısıttı. Bu gün kendimi harika hissediyorum :) O yüzden sadece şu anın keyfini çıkartmakla meşgulüm. Paylaşabileceğim tek şey, ilk bakışta aşk gibi, dinlediğim zaman vurulduğum bu şarkı.Sözlerini anlayınca daha da aşık oldum:) Aylardır her gün alınması gereken bir ilaç gibi aksatmadan dinlediğim bu parçayı buradan da yayınlıyorum ki kayıtlara geçsin:)
Bazen bir şarkı her şeyi anlatır. Üzerine fazla söylenecek söz yoktur....
http://www.youtube.com/watch?v=ELldNApj60k
Bazen bir şarkı her şeyi anlatır. Üzerine fazla söylenecek söz yoktur....
http://www.youtube.com/watch?v=ELldNApj60k
Osho'dan...
Varlığına bütünüyle sahip çıkmalısın. İyisiyle , kötüsüyle her yönünü kabullenmelisin kendinin. Herhangi birşeyden kurtulmak söz konusu değil. Kimse asla hiç bir şeyden kurtulmuyor , kişi sadece yavaş yavaş her şeyi kabullenmeyi öğreniyor."
Her İnsan Mutlu Olamaz
Her insan mutlu olamaz.
Çünkü; gereğinden fazla özler dünü
Hak ettiğinden fazla düşünür yarını.
Ve hiç hak etmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü...
Her insan mutlu olamaz.
Çünkü; gereğinden fazla özler hayatından çıkanları.
Hak ettiğinden daha büyük umutla bekler hayatına girecekleri
Ve asla göremez yanı başındakileri...
ERICH FROMM
Çünkü; gereğinden fazla özler dünü
Hak ettiğinden fazla düşünür yarını.
Ve hiç hak etmediği kadar bilinçsizce yaşar bugünü...
Her insan mutlu olamaz.
Çünkü; gereğinden fazla özler hayatından çıkanları.
Hak ettiğinden daha büyük umutla bekler hayatına girecekleri
Ve asla göremez yanı başındakileri...
ERICH FROMM
19 Şubat 2012 Pazar
İtiraf
En çok kendi kendime itiraflarımı seviyorum. Hani bazen yediğin bir lokmayı miden kabul etmez ve sürekli can sıkıcı bir bulantı verir.O saatten sonra ya hazmedeceksindir ya da çıkartıp atacaksın. Ben de içimdeki sıkıntının ne olduğunu anlarım önce. Bunu kendi kendime itiraf ederim. Sadece bir kere değil, yüzlerce kere. Sonrasında O her ne ise ya sindiririm içimde ya da hayatımdan çıkartırım.
Ama bazen ne istediğini bilmenin rahatlığına alışmışken, öyle bir oyun oynar ki yukarısı bana. Ne kadar itiraf etsem de kendi kendime, ne atabilirim ne kabullenebilirim. Öylece oturur mideme. O saatten sonra üzerine düşünmenin bir anlamı olmadığını bildiğim halde, şu beynime geçmez sözüm. Bu da bir hazmetme refleksidir aslında. Kararsızlığın verdiği panik, sürekli çıkış yolu aramaya iter. Sonra bünye bu nabız atışına da alışır. Düşünceler durulur ve derin bir sessizlik başlar. Mikrobu yenen vücut nasıl güçlenirse daha güçlü hissederim kendimi. Kontrol tekrar bana geçmiştir. Bu duyguyu severim.
İşte o yüzden itiraf en çok kendine yapılmalı. İtiraf kabullenmektir ve duruma yukardan bakmaktır. Manzara ne kadar karışık olursa olsun. Biraz yüksekte durmalı, derin bir nefes almalı ve kontrol duygusunu bir kenara koyup, her şeyi zamana bırakmalı.
Ama bazen ne istediğini bilmenin rahatlığına alışmışken, öyle bir oyun oynar ki yukarısı bana. Ne kadar itiraf etsem de kendi kendime, ne atabilirim ne kabullenebilirim. Öylece oturur mideme. O saatten sonra üzerine düşünmenin bir anlamı olmadığını bildiğim halde, şu beynime geçmez sözüm. Bu da bir hazmetme refleksidir aslında. Kararsızlığın verdiği panik, sürekli çıkış yolu aramaya iter. Sonra bünye bu nabız atışına da alışır. Düşünceler durulur ve derin bir sessizlik başlar. Mikrobu yenen vücut nasıl güçlenirse daha güçlü hissederim kendimi. Kontrol tekrar bana geçmiştir. Bu duyguyu severim.
İşte o yüzden itiraf en çok kendine yapılmalı. İtiraf kabullenmektir ve duruma yukardan bakmaktır. Manzara ne kadar karışık olursa olsun. Biraz yüksekte durmalı, derin bir nefes almalı ve kontrol duygusunu bir kenara koyup, her şeyi zamana bırakmalı.
15 Şubat 2012 Çarşamba
Şimdi ve gelecek...
"Geçmiş geçmişte kalmıştır. Gelecekte daha gelecek. Aslında sonsuz bir şimdi var" dedi Bilge.
Ben ise bunu güven oyununa benzettim. Hani arkanda seni tutmak için bekleyen arkadaşına kolların açık ve gözlerin kapalı bir şekilde kendini bıraktığın. Eğer tüm gücüyle seni kavrayıp, sımsıkı tutmazsa yere düşeceğin güven oyunu. Çünkü yarını düşünmemek hayata, kendine, kısaca her şeye güveni gerektirir. Yarını düşünmemek hayata kolların tama miyle açık bırakmaktır kendini. Tabi ki kolay değil ve herkes yapamaz. Çünkü insan denilen kontrol tutkunu varlığa göre bu tehlikelidir. Yumuşacık bir yatağa sırtüstü atlamaya benzemez.
Aslında "düşmek" hayat yolunun, doğal kıvrımlarından biri olsa da, kimse o dönemeci geçmek istemez. Kestirme patikalar arar kendine. O yüzden planlar yapar. Çocukça bir umutla hepsinin gerçekleşeceğine inanmıştır. O hevesle de şekillendirmeye çalışır geleceğini. Bu planlar masum görünse de içinde kaygıları da barındırır. Hayallerin gerçekleşmeme korkusu ve potansiyel hata senaryolarını bir bir sıralar düşünen kişilik. İşte o zaman insanı bir ağırlık basar. Daha var olmamış bir yığın plan, program, hata ve acıları birden bire sırtına yüklemiş olur. Belki sadece Şimdi'nin ona getireceklerini yaşasa bir kere düşecekken, henüz yaşamadığı yılların binlerce düşüşünü kafasında tekrar tekrar canlandırır durur. Beyine göre bir eylemi gerçekleştirmekle düşünmek arasında pek bir fark yoktur. O yüzden gelecek kötü günlerin senaryolarını sürekli düşünürken aslında gerçekten yaşarsın. Vücudun kasılır, stres hormonların tavan yapar. Oysaki An'da yani Şimdi'de hiç biri henüz yokken, hayalet varlıkları bile, bir karabasan gibi sarar tüm benliğini.
Biz insan olarak düşünmemizle övünürken, küçümsediğimiz hayvanlar sadece an da yaşayarak bizden çok daha güzel keyfini çıkartırlar yaşamın. Zorluk Şimdi'de ortaya çıkmışsa mücadele ederler, hatta plan bile yaparlar ama her şey anda gerçekleşir. Anın getirdiklerini yaşayıp, deneyimler. Gerekirse kendine yeni bir yol çizer ve alacağını alıp, geri kalan her şeyi geçmişinde bırakıp yoluna devam eder.
Ben ise bunu güven oyununa benzettim. Hani arkanda seni tutmak için bekleyen arkadaşına kolların açık ve gözlerin kapalı bir şekilde kendini bıraktığın. Eğer tüm gücüyle seni kavrayıp, sımsıkı tutmazsa yere düşeceğin güven oyunu. Çünkü yarını düşünmemek hayata, kendine, kısaca her şeye güveni gerektirir. Yarını düşünmemek hayata kolların tama miyle açık bırakmaktır kendini. Tabi ki kolay değil ve herkes yapamaz. Çünkü insan denilen kontrol tutkunu varlığa göre bu tehlikelidir. Yumuşacık bir yatağa sırtüstü atlamaya benzemez.
Aslında "düşmek" hayat yolunun, doğal kıvrımlarından biri olsa da, kimse o dönemeci geçmek istemez. Kestirme patikalar arar kendine. O yüzden planlar yapar. Çocukça bir umutla hepsinin gerçekleşeceğine inanmıştır. O hevesle de şekillendirmeye çalışır geleceğini. Bu planlar masum görünse de içinde kaygıları da barındırır. Hayallerin gerçekleşmeme korkusu ve potansiyel hata senaryolarını bir bir sıralar düşünen kişilik. İşte o zaman insanı bir ağırlık basar. Daha var olmamış bir yığın plan, program, hata ve acıları birden bire sırtına yüklemiş olur. Belki sadece Şimdi'nin ona getireceklerini yaşasa bir kere düşecekken, henüz yaşamadığı yılların binlerce düşüşünü kafasında tekrar tekrar canlandırır durur. Beyine göre bir eylemi gerçekleştirmekle düşünmek arasında pek bir fark yoktur. O yüzden gelecek kötü günlerin senaryolarını sürekli düşünürken aslında gerçekten yaşarsın. Vücudun kasılır, stres hormonların tavan yapar. Oysaki An'da yani Şimdi'de hiç biri henüz yokken, hayalet varlıkları bile, bir karabasan gibi sarar tüm benliğini.
Biz insan olarak düşünmemizle övünürken, küçümsediğimiz hayvanlar sadece an da yaşayarak bizden çok daha güzel keyfini çıkartırlar yaşamın. Zorluk Şimdi'de ortaya çıkmışsa mücadele ederler, hatta plan bile yaparlar ama her şey anda gerçekleşir. Anın getirdiklerini yaşayıp, deneyimler. Gerekirse kendine yeni bir yol çizer ve alacağını alıp, geri kalan her şeyi geçmişinde bırakıp yoluna devam eder.
11 Şubat 2012 Cumartesi
Kedilerden Öğrendiğim 18 Hayat Dersi...
1-Yaşadığın anın keyfini çıkaracaksın
2-Oyun fırsatlarını kaçırmayacasın
3-Doyduğun kadar yiyeceksin
4-Birisi sana iyilik yaptı diye sahibin olamayacak
5-Yine de kıymet bileceksin
6-Tehlikeli bulduğun şeye yaklaşmayacaksın
7-Meraklı olacaksın ama tedbiri elden bırakmayacaksın
8-Temizliğine ve bakımına özen göstereceksin
9-Sık sık gerineceksin
10-İstediğini elde edene kadar ısrar edeceksin
11-Özgürlüğünü kimseye kaptırmayacaksın
12-Kafana koyduğunu yapacaksın
13-Kendi isteklerini küçümsemeyeceksin
14-Güzel bir masaja asla hayır demeyeceksin
15-Numara yapmayacaksın, neysen o
16-Yaşadığın yeri sahipleneceksin
17-Her zaman dingin ve huzurlu bir anı yakalamaya çalışacaksın
veee en önemlisi
Kendini beğeneceksin....
2-Oyun fırsatlarını kaçırmayacasın
3-Doyduğun kadar yiyeceksin
4-Birisi sana iyilik yaptı diye sahibin olamayacak
5-Yine de kıymet bileceksin
6-Tehlikeli bulduğun şeye yaklaşmayacaksın
7-Meraklı olacaksın ama tedbiri elden bırakmayacaksın
8-Temizliğine ve bakımına özen göstereceksin
9-Sık sık gerineceksin
10-İstediğini elde edene kadar ısrar edeceksin
11-Özgürlüğünü kimseye kaptırmayacaksın
12-Kafana koyduğunu yapacaksın
13-Kendi isteklerini küçümsemeyeceksin
14-Güzel bir masaja asla hayır demeyeceksin
15-Numara yapmayacaksın, neysen o
16-Yaşadığın yeri sahipleneceksin
17-Her zaman dingin ve huzurlu bir anı yakalamaya çalışacaksın
veee en önemlisi
Kendini beğeneceksin....
Hesap Kitap...
Sevmek hesap kitap işi değil diyorlar
Oysa ben
Seninle her anımı değerlendirmek için
Dakikaları sayıyorum
Sana bölüyorum....
Oysa ben
Seninle her anımı değerlendirmek için
Dakikaları sayıyorum
Sana bölüyorum....
Küçük Prens ve Tilki
En sevdiğim kitaplardan biri Küçük Prens. Zaman zaman açıp okuduğum ve her zaman keyif aldığım bu kitabın bence en güzel bölümlerinden biri Küçük Prensin, Tilki ile olan konuşması. Bir kitap nasıl hem bu kadar basit görünüp hem de bu kadar derin manalar barındırabilir :) ?
Okumayanlar için kitabın en güzel bölümü hemen aşağıda ;
......................
İşte o sırada bir tilki çıkıverdi
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.
Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.
Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.”
Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.
Okumayanlar için kitabın en güzel bölümü hemen aşağıda ;
......................
İşte o sırada bir tilki çıkıverdi
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi küçük prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki” dedi küçük prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi küçük prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi küçük prens, “ peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”
“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.”
“Anlamaya başlıyorum” dedi küçük prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni.
Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.
Sustu tilki ve uzun bir süre küçük prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi küçük prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”
Ertesi gün küçük prens yine geldi.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.
Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.
“Gelenek nedir?”
“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri kızlarla dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.”
Böylelikle küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ve ayrılma vakti geldiğinde “Ah! Sanırım ağlayacağım” dedi tilki.
“Bu senin hatan” dedi küçük prens. “Ben sana zarar vermek istemedim. Seni evcilleştirmemi sen istedim.
“Doğru, haklısın” dedi tilki.
“Ama ağlayacağını söyledin!”
“Evet, öyle.”
“O halde bunun sana hiçbir yararı olmadı.”
“Hayır, oldu. Buğday tarlalarının rengini gördükçe seni hatırlayacağım. Şimdi git ve güllere bir kez daha bak. O zaman kendi gülünün evrende eşsiz ve tek olduğunu anlayacaksın. Sonra bana veda etmek için buraya geri döndüğünde, sana hediye olarak bir sır vereceğim.”
Küçük prens güllere bir kez daha bakmaya gitti.
“Hiçbiriniz benim gülüm gibi değilsiniz. Çünkü henüz hiçbiriniz evcilleşmediniz. Ve siz de hiç kimseyi evcilleştirmediniz” dedi onlara. “Siz tıpkı tilkinin benimle karşılaşmadan önceki hali gibisiniz. Dünyadaki binlerce tilkiden yalnızca biriydi o. Ama ben onunla dost oldum ve şimdi artık o özel bir tilki.”
Güller bu duyduklarına çok bozuldular.
“Evet, güzelsiniz. Ama boşsunuz. Sizin için kimse yaşamını feda etmez. Yoldan geçen herhangi biri, benim gülümün de size benzediğini söyleyebilir. Ama benim gülüm sizin her birinizden çok daha önemlidir. Çünkü ben onu suladım. Ve onu camdan bir korunakla korudum. Önüne bir perde gererek rüzgarın onu üşütmesini engelledim. Tırtılları onun için öldürdüm ( ama birkaç tanesini kelebek olmaları için bıraktım). Onun şikayetlerini ve övünmelerini dinledim. Ve bazen de suskunluklarına katlandım. Çünkü o benim gülüm.”
Bunları söyledikten sonra tilkinin yanına döndü.
“Elveda” dedi.
“Elveda” dedi tilki de. “Ve işte sırrım: Bu çok basit. İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.”
“Temel olan şeyi gözler göremez” diye tekrarladı küçük prens. Öğrendiğinden emin olmak istiyordu.
“Senin gülünün diğerlerinden daha önemli olmasını sağlayan şey, ona ayırdığın vakittir” dedi küçük prens.
“İnsanlar bu en önemli gerçeği unuttular. Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun. Gülüne karşı sorumlusun.
“Gülüme karşı sorumluyum” diye tekrarladı küçük prens, öğrendiğinden emin olmak için. Sonra yoluna devam etti.
10 Şubat 2012 Cuma
Kırılma Noktaları
Bazen yaşamın ince çitasına Tanrı'nın kesikler attığını hayal ederim. İşte oralar kırılma noktalarıdır. Çok kurcalarsan ve ya üstüne düşersen çıt diye kırılıp, senin yolunu geriye dönüşü olmayacak şekilde değiştirir. Üstünde durduğun uç bir başka uca bağlanır ve hayatında farklı bir sahneye geçersin. Bazen diğer oyuncular tamamen değişir. Bazen bir kısmı kalır ama artık sen başka bir rol oynamaya başlamışsındır. Oynanan oyun artık farklıdır.
Kırılma noktaları çoğu zaman kendini çok belli eder. Tabi ki biz görebilirsek. Bazen o ince çizgi de yürürken ayağımıza bir engel takılır ve tökezleriz. Ne olduğuna bakmadan sadece söylenip geçip gittiğimiz çok olmuştur. Belki de o nokta Tanrı'nın kesikler atarak incelttiği noktalardan biridir. Yaşamında ki o tökezlemede geriye bakıp biraz olsun incelesen , hayatını değiştirecek kırılma noktasını göreceksin. Artık onu kırmak ve yolunu başka yöne çevirmek sana kalmıştır. Fakat önemli olan, orada senin için tasarlanmış o noktayı fark edebilmek. Kırılma noktaları bizim hayatımızdaki fırsatlardır. İlla her zaman iyi olaylar olması gerekmez.Bazen korkunç görünen hadiseler senin zayıf tarafını güçlendirmek için gelir seni bulur.Ya bu fırsatı değerlendirirsin, ya da yine söylenerek yoluna devam edersin.
Hiç düşündünüz mü şimdiye kadar kaç defa kaçırdınız bu dönüm noktalarını? Kaç defa hayatınızda kırılmalar oldu, sahneler ve oyuncular değişti ama siz farkında olmadınız.Kafanızda hayalet düşünceler gözlerinizi kör ederken siz öylece yürüdünüz.
Koşarak yaşarken hayatı hem nefes nefese kalıyor hem de etraftaki ayrıntıları atlıyoruz. Günümüzde "yavaşlık" bir ayıp. Herşey hızlı olmalı! Hiç bir şey yarına bırakılmamalı! "Beklemek" ve "Dinlenmek" gereksiz iki kelime artık sadece. Oysa hayat üzerinden koşarak ayaklar altına alınacak kadar değersiz değil. Nefes almalı ve tadını çıkararak yaşamalı. Güzel bir müziğin tüm notalarını hisseder gibi...Bir filmin en can alıcı sahnesini hiç bitmesin diyerek, her saniyesinin değerini bilerek izler gibi......
Kırılma noktaları çoğu zaman kendini çok belli eder. Tabi ki biz görebilirsek. Bazen o ince çizgi de yürürken ayağımıza bir engel takılır ve tökezleriz. Ne olduğuna bakmadan sadece söylenip geçip gittiğimiz çok olmuştur. Belki de o nokta Tanrı'nın kesikler atarak incelttiği noktalardan biridir. Yaşamında ki o tökezlemede geriye bakıp biraz olsun incelesen , hayatını değiştirecek kırılma noktasını göreceksin. Artık onu kırmak ve yolunu başka yöne çevirmek sana kalmıştır. Fakat önemli olan, orada senin için tasarlanmış o noktayı fark edebilmek. Kırılma noktaları bizim hayatımızdaki fırsatlardır. İlla her zaman iyi olaylar olması gerekmez.Bazen korkunç görünen hadiseler senin zayıf tarafını güçlendirmek için gelir seni bulur.Ya bu fırsatı değerlendirirsin, ya da yine söylenerek yoluna devam edersin.
Hiç düşündünüz mü şimdiye kadar kaç defa kaçırdınız bu dönüm noktalarını? Kaç defa hayatınızda kırılmalar oldu, sahneler ve oyuncular değişti ama siz farkında olmadınız.Kafanızda hayalet düşünceler gözlerinizi kör ederken siz öylece yürüdünüz.
Koşarak yaşarken hayatı hem nefes nefese kalıyor hem de etraftaki ayrıntıları atlıyoruz. Günümüzde "yavaşlık" bir ayıp. Herşey hızlı olmalı! Hiç bir şey yarına bırakılmamalı! "Beklemek" ve "Dinlenmek" gereksiz iki kelime artık sadece. Oysa hayat üzerinden koşarak ayaklar altına alınacak kadar değersiz değil. Nefes almalı ve tadını çıkararak yaşamalı. Güzel bir müziğin tüm notalarını hisseder gibi...Bir filmin en can alıcı sahnesini hiç bitmesin diyerek, her saniyesinin değerini bilerek izler gibi......
Herkes eşsiz olmak ister...
Herkes eşsiz olmak ister. Birbirine benzemeyen kar tanecikleri gibi. Ama kimse yabancılaşmak istemez. Herkes, "Sen farklısın!" sloganlarının süslediği reklamlara kapılır ama biraz sürüden uzak tutulsun, hemen şikayet etmeye başlanır. Nedir bu farklı olma egosu ile güven duygusunun sarıp sarmaladığı sürü içgüdüsü ? Burada bir tezat var.
Gördüğüm en mutlu insanlar bu toplumda nerede durduğunun farkında olmayan ve bunu sorgulamayı bile aklına getiremeyenler.Nasıl ki bir balık, balık olmayı ya da nasıl bir balık olduğunu düşünmüyorsa bu insanlarda öyledir. Sadece günün getirdiğini tüketmekle meşgullerdir. İçinde bulundukları kültürel çevre onların akvaryumudur. Fanusun dışını bile içerden, camın yansımasının verdigi illüzyonla görürler ve onu gercek sanarlar.
Bir çizgi çevrilmiş sanki hepimizin çevresinde. Merkezden ne kadar uzaklaşırsan o kadar yalnızsın. Hele ki çizgiyi geçmişsen, çemberden kurtulmuşsan geri dönüşü yoktur. Bir daha eski sen olamazsın. Sağlam bildiğin, sırtını dayadığın duvarların tek tek yıkılır. Bildiğin her şey artık farklı bir anlama bürünür. Cahillik maskelerini attıkça gözlerin daha berrak görür ama malesef her zaman gördüğün çok iç açıcı değildir. İşte o zaman sırdaşların daha eşsiz dostlar haline gelirler. Çünkü bir tür deliliğin sessiz ortaklarıdır onlar. Aynı yöne bakabildiğin bir kaç kişi ile manzaraya kadeh kaldırmak! İşte en keyifli an budur kabuğunu yırtanlar için....
Gördüğüm en mutlu insanlar bu toplumda nerede durduğunun farkında olmayan ve bunu sorgulamayı bile aklına getiremeyenler.Nasıl ki bir balık, balık olmayı ya da nasıl bir balık olduğunu düşünmüyorsa bu insanlarda öyledir. Sadece günün getirdiğini tüketmekle meşgullerdir. İçinde bulundukları kültürel çevre onların akvaryumudur. Fanusun dışını bile içerden, camın yansımasının verdigi illüzyonla görürler ve onu gercek sanarlar.
Bir çizgi çevrilmiş sanki hepimizin çevresinde. Merkezden ne kadar uzaklaşırsan o kadar yalnızsın. Hele ki çizgiyi geçmişsen, çemberden kurtulmuşsan geri dönüşü yoktur. Bir daha eski sen olamazsın. Sağlam bildiğin, sırtını dayadığın duvarların tek tek yıkılır. Bildiğin her şey artık farklı bir anlama bürünür. Cahillik maskelerini attıkça gözlerin daha berrak görür ama malesef her zaman gördüğün çok iç açıcı değildir. İşte o zaman sırdaşların daha eşsiz dostlar haline gelirler. Çünkü bir tür deliliğin sessiz ortaklarıdır onlar. Aynı yöne bakabildiğin bir kaç kişi ile manzaraya kadeh kaldırmak! İşte en keyifli an budur kabuğunu yırtanlar için....
2 Ocak 2012 Pazartesi
Aida'nın yolculuğu
Merhaba
Ben Aida. Tabi ki gerçek ismim değil ama zaten çevremde herkes el ele olmuş beni çembere almışken " ki bende başka kişilerle el ele tutuştuğum bir çemberin halkasıyım", görünmez olup o çemberlerin arasında özgürce dans etmek istedim. Kimse kim olduğumu bilmediğine göre istediğim gibi saçmalayabilirim. Zaten bu günlük te benim zihnimdeki yolculuğun yazıya dökülmesinden ibaret. Yani sürekli seyahat eden, değişik ülkeler gören, fotoğraflar çekip, sergiler açan biri değilim malesef. Ama şu zihnim yok mu ! Bir türlü yerinde tutamam. Hiç an da kalmayı beceremez. Otobüste ayakta bekleyen bir kızın eşarbından girer, Fas'ın kumlu, baharat kokulu çarşısında bulur kendini düşüncelerim. Önceden bu bir oyun gibiydi benim için. Ta ki "Şimdi'nin Gücü" kitabını okumaya başlayana kadar. Yazarı Eckhart Tolle her an zihnin seni çektiği geçmişe ve ya geleceğe saplanmadan şimdiyi yaşamanın öneminden bahsediyor. Kendi kendine sürekli endişe, kaygı, umut ve ya ümitlerle ya geçmişte ya da gelecekte yaşamanın ne kadar delice olduğunu öyle güzel anlatıyor ki. Artık tek amacım bu olmaya başladı. Arada kitapta bahsedilen konulara değinirim. Zaten öyle bir kaç cümlede anlatılacak bir hayat görüşü değil. En iyisi alın ve bir an önce okuyun. Ama roman okur gibi değil orada yazanları uygulayarak. Çünkü bir kitap size hayatın, yaşamın, ölümün tüm sırrını da verse siz ciddiye almazsanız hiç bir anlamı kalmaz anlattıklarının.
Ben de kendimi çoğu zaman trene binmiş pencereden hızla akıp geçen hayata bakan bir yolcu gibi hissediyorum. Nasıl ki pencerenin dışında insanlar, binalar, olaylar hızlıca geçip gidiyor ve o uzaktaki, ufukta ki büyük manzara kolay kolay değişmiyor. Hayatımda da sürekli bir değişim, dönüşüm, karmaşa, aşk, kahkaha, eğlence, üzüntü, ölüm, doğum gerçekleşiyor. Fakat esas büyük manzara hep orada. Ne kadar hızlansam da O hep orada! Tüm ihtişamıyla duran!!. Orası benim yuvam. Aslında hepimizin geldiği yer ve geri döneceği. İçimizde bu yolculuk. Bir gün tünelin sonunda ışığıyla bizi yıkayacak. Ne kadar teselli desenizde ben 2012'nin gerçekten özümüze yaklaşacağımız yıl olacağına inanıyorum. Keşke herkes bu yılın günlüğünü tutsa ve biraz geriye çekilip başka biri gibi okuduğunda yazdıklarını, o değişimi kendi de görebilse. Çünkü zihin gevezedir, duygular da şıp sevdi. Ama yazılar öyle değildir. O an ki ruh halinin fotoğrafıdır yazı. Hiç değişmez. Arada bir baktığın da farklı ayrıntılar keşfedebilirsin ama kandırmaz yine de seni.
İşte bu Aida'nın yolculuğu. Yani benim. Tanık olduğum her ne varsa artık burada. Bazen yanında bir şiir ya da fotoğrafla. Dürüst olacağıma dair söz vermiş miydim? Tamam o zaman veriyorum!!
Ben Aida. Tabi ki gerçek ismim değil ama zaten çevremde herkes el ele olmuş beni çembere almışken " ki bende başka kişilerle el ele tutuştuğum bir çemberin halkasıyım", görünmez olup o çemberlerin arasında özgürce dans etmek istedim. Kimse kim olduğumu bilmediğine göre istediğim gibi saçmalayabilirim. Zaten bu günlük te benim zihnimdeki yolculuğun yazıya dökülmesinden ibaret. Yani sürekli seyahat eden, değişik ülkeler gören, fotoğraflar çekip, sergiler açan biri değilim malesef. Ama şu zihnim yok mu ! Bir türlü yerinde tutamam. Hiç an da kalmayı beceremez. Otobüste ayakta bekleyen bir kızın eşarbından girer, Fas'ın kumlu, baharat kokulu çarşısında bulur kendini düşüncelerim. Önceden bu bir oyun gibiydi benim için. Ta ki "Şimdi'nin Gücü" kitabını okumaya başlayana kadar. Yazarı Eckhart Tolle her an zihnin seni çektiği geçmişe ve ya geleceğe saplanmadan şimdiyi yaşamanın öneminden bahsediyor. Kendi kendine sürekli endişe, kaygı, umut ve ya ümitlerle ya geçmişte ya da gelecekte yaşamanın ne kadar delice olduğunu öyle güzel anlatıyor ki. Artık tek amacım bu olmaya başladı. Arada kitapta bahsedilen konulara değinirim. Zaten öyle bir kaç cümlede anlatılacak bir hayat görüşü değil. En iyisi alın ve bir an önce okuyun. Ama roman okur gibi değil orada yazanları uygulayarak. Çünkü bir kitap size hayatın, yaşamın, ölümün tüm sırrını da verse siz ciddiye almazsanız hiç bir anlamı kalmaz anlattıklarının.
Ben de kendimi çoğu zaman trene binmiş pencereden hızla akıp geçen hayata bakan bir yolcu gibi hissediyorum. Nasıl ki pencerenin dışında insanlar, binalar, olaylar hızlıca geçip gidiyor ve o uzaktaki, ufukta ki büyük manzara kolay kolay değişmiyor. Hayatımda da sürekli bir değişim, dönüşüm, karmaşa, aşk, kahkaha, eğlence, üzüntü, ölüm, doğum gerçekleşiyor. Fakat esas büyük manzara hep orada. Ne kadar hızlansam da O hep orada! Tüm ihtişamıyla duran!!. Orası benim yuvam. Aslında hepimizin geldiği yer ve geri döneceği. İçimizde bu yolculuk. Bir gün tünelin sonunda ışığıyla bizi yıkayacak. Ne kadar teselli desenizde ben 2012'nin gerçekten özümüze yaklaşacağımız yıl olacağına inanıyorum. Keşke herkes bu yılın günlüğünü tutsa ve biraz geriye çekilip başka biri gibi okuduğunda yazdıklarını, o değişimi kendi de görebilse. Çünkü zihin gevezedir, duygular da şıp sevdi. Ama yazılar öyle değildir. O an ki ruh halinin fotoğrafıdır yazı. Hiç değişmez. Arada bir baktığın da farklı ayrıntılar keşfedebilirsin ama kandırmaz yine de seni.
İşte bu Aida'nın yolculuğu. Yani benim. Tanık olduğum her ne varsa artık burada. Bazen yanında bir şiir ya da fotoğrafla. Dürüst olacağıma dair söz vermiş miydim? Tamam o zaman veriyorum!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)